
Kralların Ölümü (Bir Başka Tarih)
“Sevmeye cesaret edemediğin aşklara, yaşamaya cesaret edemediğin hayatlara dair…”
İnsan hayatı üç önemli kötülük ile şekillenmiştir: Güç arayışı, aç gözlülük ve kıskançlık. İnsanlar, önce gücün ne olduğunu keşfettiler. Güç, başkalarına kendi istediğini yaptırabilmek, hükmetmek demekti. Güç, insanı yoldan çıkartır; mutlak güç (otoriterlik) ise insanı saptırır. Albert Einstein’ın dediği gibi, tarih boyunca güç daima ahlaken düşük insanları cezbetmiştir. Geçmişte krallar, kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi ilan ettiler; kişisel hırsları için insan hayatını hiçe saydılar. Dünyada bütün olaylar, açlık ve aşk tarafından yönetilir. Eski krallıklar tarihe karışsa da bugün otoriter devletlerin zulmedici kolu altında yaşarken gene aynı tarihi kavşaktayız: Başka insanları ve sevilmeyi umursamamak, herkesi sevmek ve istediğimiz hayatı yaşayabilmek.
Bir kral savaşta galip gelince diğerinin tebaası kendisine katılırdı. Hükmedilenler, bir şekilde adapte olmak, yaşamanın bir yolunu bulmak zorundaydı. Kralların hayatı genellikle savaşlar, entrikalar ve hastalıklarla geçerdi. İşi, gücü ve düşmanı olmayan bir kral bulmak nadir rastlanan bir durumdu. Böyle bir kral ise yeni bir saray yaptırır, ava çıkar, kendine tapınak bir mezar yaptırırdı. Mısır’da 10 yaşında iken tahta çıkan kral III. Amenhotep’in (M.Ö. 1386-1349) çok boş vakti vardı. III. Amenhotep, çıktığı avlarda 102 aslan öldürmüştü. Memphis’te kendisi için bir tapınak ve Nil boyunca başka tapınaklar inşa etti. Ayrıca fark gözetmeksizin bulabildiği tüm prenseslerle evlendi. Kadınlar, sadece siyaseten değil zevk için de isteniyordu.
Amenhotep, Batı Sami topraklarının en güney ucuna göz kulak olan Gazze Valisine gönderdiği bir tablette şöyle der:
“Bunu, ….. güzel kadınlar getirmesi için sana (saray görevlisi) gönderdiğimi bildirmek için gönderiyorum. Toplam 40 kırk kadın; her biri 40 gümüş değerindedir. Çok güzel kadınlar gönder ama hiçbirinin sesinin tiz olmadığından emin ol. Bunun üzerine efendin kral sana ‘Bu çok iyi’ diyecek.”
Kendinden zayıf olan Anadolu’daki Hitit, Mitanni ve Tuşratta krallarının kız kardeşleri ve kızlarını da hareme toplamıştı. Hitit kralı kızını kendi teklif etmişti çünkü halkı açtı, tahıl depoları boştu. Amenhotep, aynı taktiği Babil kralına da uygulamıştı ama karşılığında kendi kızını vermeyi kabul etmemişti. Amenhotep, ittifak kurmak için pazarlık edebilir, dümen çevirebilir ama müttefiklerinin aşağılık olduğunu asla aklından çıkarmazdı.
Savaşlar dışında kralları ayakta tutan kalleşlikler ve entrikalardı. Kralı devirecek ya da devirmeyi düşünen yeni kral olma heveslisi, genellikle kralı iyi izleyen, yakınlarında bir yerde olandı. Krallığın ideolojisi ya din ya da nefretti. Kralların gücü sevgiye değil, korkuya dayanıyordu. Zafer geldiğinde kral şöyle derdi: “Hainler olmasa işimiz ne zor olurdu.” Güç insanların inandığı yerde durur; güçlü görünmek bir kandırmacadır. İşin sırrı, boğazınıza bıçak dayanmadan önce kendi bıçağınızı göstermemekti. Her şeyin güce, korkuya ve entrikaya dayalı olduğu bu dünyada ne kadar çok severseniz, o kadar zayıf olurdunuz. Geçmişteki kültürlerin çoğu, er ya da geç, onları tarihin çöplüğüne gönderecek acımasız imparatorluklara yem oldu. Tarih dediğimiz aslında kanlı bir geçmiştir: Savaş, şiddet, işkence, katliam, zorbalık ve felaketler…
Savaşlar kimin haklı olduğunu değil, güçsüz olduğunu ortaya çıkarmak içindi. Bütün sınırlar silahların gölgesinde çizilmiştir. Tarihteki en önemli olaylara, kargaşa ve cinnet anları, güçlü olanların çirkin yanları, kavgalar ve katliamlar eşlik eder. İmparatorlar ve krallar çoğu zaman halklarını yönetme becerisinden mahkûmlardı, hatta halkları için bizzat tehlike arz ediyorlardı. Tarih boyunca insan hayatı oldukça kısaydı. Feodal yaşam içinde insanlar barış zamanı çiftçilik yaparak vergilerini öder, savaşta da kral ya da padişah için ölürlerdi. En çok korkulan idam cezaları idi. Bu makalede kralların güç arayışını, kurdukları düzenin girdiği yozlaşma sürecini, felaketleri, bilge kralları, tarihin içinden örneklerle açıklayacak ve bugünün dünyasındaki güç ve yönetim yozlaşmasına ilişkin sonuçlar çıkarırken, insanların yeni bir hayata ve aşka başlamak için hâlâ cesaretlerinin olmadığı konusunu işleyeceğiz.
Kral Olmak
Krallık, genellikle “monarşi” olarak adlandırılır çünkü bu yönetim şeklinde bir kişi evlilik ya da doğum yolu ile unvanını başka birine miras bırakabilir. Bu yüzden, krallıklar bazen bir kraliçe tarafından yönetilir. Kraliçe Victoria (1837-1901) ve Kraliçe Elizabeth II (1952-2022) İngiliz tarihinde öne çıkan kraliçeler arasındadır. Ancak, bu kral değişikliği her zaman yumuşak bir geçişle taç giyerek ya da olması gerektiği gibi olmaz. Bazen kralın oğlu taç giyemeyecek kadar küçük yaştadır. Bu durumda hazır olana kadar bir naip atanır. Kralın veliahdı olacak bir erkek çocuğunun olmaması en büyük sorundur. Böyle bir durumda diğer kan bağı olan amcalar, kuzenler birbirini bertaraf etmek için çoktan müttefiklerini oluşturmuş, suikast planlarını yapmışlardır. Taca rakip olan hemen hemen bütün kuzenler ya öldürülür ya da Bizans’ta olduğu gibi kızgın demirle gözlerine mil çekilip kör edilerek zindana hapsedilirdi.
Etrafta pek çok prens, kont veya şövalye kral olmak için pusuda olurdu. Bunun için paranızın olması ve bir planınızı gerçekleştirecek bir ordu kurmanız ya da sarayın içinden birileri ile iş birliği yapmanız gerekirdi. Kral ya da unvan sahibi olmak istiyorsanız elinizi kana bulaştırmalıydınız. Kralı öldüren genellikle merhamet ettiği biri olmuştur. Onurlu davranmak genellikle işe yaramaz. Taht oyunu oynuyorsanız ya kazanırsınız ya da ölürsünüz; ortası yoktur. Kralın en iyi dostu koltuğu, kılıcı ve atı idi. Güvenliğini sağlamanız gereken bir halk, tüccarlar, çiftçiler, köleler vardı. Sağlam bir hapishane kurmalıydınız. Güçlü bir ordu olmadan yaşayamazdınız; düşmanlarını erkenden haber verecek ve izleyecek bir casus ağı mutlaka olmalıydı. Yaşamak ve topraklarınızı korumak için korkulan bir hanedan olmak zorundaydınız.
Çok değişik fırsatlar size krallığı getirebilir. Çin’de Shang hanedanından (M.Ö. 1766) Tang’in en güçlü yöneticisi Yi Yin olağanüstü yemekler yaptığı için yükselmişti. 1087’den beri İngiltere’nin kralı olan II. William avlanırken, avcı grubu içindeki Walter Tyrell adlı bir avcı tarafından yanlışlıkla geyik yerine vuruldu ve avcı korkudan atına atlayıp hemen kaçtı. Onun kaçışı kimsenin umurunda olmadı, kimse de onu takip etmedi. O gün grubun içinde olan II. William’ın kardeşi Henry, Londra’ya dönüp tahta oturdu. Tarih, 5 Ağustos 1100 idi. Aslında tahtın varisi o değildi, yanlış adam tahta çıkmıştı. Tahtın varisi Normandiyalı Dük Robert, I. Haçlı Seferi’nin dönüş yolundaydı. Henry, hem Normandiya’yı istila etti hem de Robert’in bitik ordusunu mağlup etti. Henry, kuvvet ve gaspla hem İngiltere kralı hem de Normandiya Dükü oldu.
Haçlı Seferi ideali o kadar sulanmıştı ki her türlü biçim ve tanımı kaybetmişti. Papa, bazen de çok güçlü bulduğu bir kralı zayıflatmak için onu Haçlı Seferi’ne gönderiyor, o seferde iken korumasız topraklarının başka birinin eline geçmesine göz yumuyordu. Avrupa’nın her yerinde Papa’nın inayetini bekleyen ya da Papa’nın görevlendirmesiyle oraya buraya saldırarak kendine krallık kurmak isteyen pek çok fırsatçı kont vardı. 11. Yüzyılda Haçlı seferleri ile Hıristiyanlığa hizmet etmek görüntüsü altında Papa ile pazarlık içinde iktidar peşinde olmak ya da Tanrı Krallığını genişletmek bahanesi ile Slavlar gibi Hıristiyan olmayan kabilelere saldırmak, krallık kurmanın bir yolu olmuştu.
1208 yılında Fransa Kralı Philippe ile imparator olarak adlandırma rekabeti içinde olan Alman Kralı IV. Otto, yanına Fransızlardan Normandiya’yı geri almak isteyen Uzun Kılıç John’u çekmişti. Fırsatçı Flandre Kontu da onlara katılmıştı. Philippe’in yanında ise Alman krallığında gözü olan Sicilya kralı Friedrich vardı. Philippe, Otto’nun İtalya’daki topraklarını Papalığa vermeyi reddetmesi üzerine III. Innocentius tarafından aforoz edilmişti. 24 Temmuz 2014 tarihinde Lille yolu üzerinde Bouvines Köprüsü yakınlarındaki savaşı Philippe kazandı. Friedrich, Otto’yu Almanya’ya kadar kovaladı ve tahtı sahiplendi. Flandre Kontu, hapse atıldı ve 12 yıl boyunca Louvre’daki hapiste kaldı. Yenilgi haberi ulaştığından Uzun Kılıç John şunları söyledi: “Tanrı ile barıştığımdan beri vay halime! Hiçbir işim rast gitmedi.”
İngiltere ile yapılan utanç verici bir anlaşmadan sonra John artık Manş Denizi’nin ötesine geçmedi. İngiliz kralı Gaspçı Henry (1068-1135), sadece krallığın tüm topraklarına değil, ülkesindeki kiliselerin topraklarına da göz dikmişti. Papa II. Pachalis onu uyardı: “Topraklar, imparatorlar ve krallara değil sadece Tanrı’ya aittir.” Söz konusu olan kiliselerin ve papalığın serveti ve gelir kaynakları idi. Henry’nin selameti için bunu kabul etmesi gerekirdi. Yoksa Papa, kralı aforoz edebilir, onun Kilise’den, ayinler ve kurtarıcı güçlerden çıkarıldığını ilan edebilirdi. Hatta İngiltere’yi tümüyle enterdi (yasaklanmış) kabul edebilirdi. O zaman kiliseler kapanır, haçlar siyah kumaşlar ile örtülür, ölüler kutsanmamış toprağa gömülür; mas, evlilik ve çan olmazdı.
1318’de Fransa Kralı V. Philippe, verdiği sözü yerine getirmemiş, üst üste beşinci yıl bir türlü Haçlı Seferi’ne çıkamamıştı. Sorun hem lojistik hem de ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılı durumla ilgiliydi. Taç giymesi, ciddi biri kıtlığın olduğu soğuk bir yıla denk gelmişti. Hâlâ, fırtınalar ve sağanak yağmurlar ve en sert dayanılmaz soğuklar devam ediyordu. Halk açtı. Saldırgan çobanlar taşrayı kasıp kavuruyordu. Aniden ortaya basit insanlardan oluşan, öndersiz bir grup çıktı. Onlara haydutlar ve kanun kaçakları eklendi. Yağma, öncelikle papazları ve manastırları hedef aldı. Sonraki hedef Yahudiler oldu. İngiltere ile de ilişkiler iyi değildi. Kıtlık sonrası İngiltere’de de iç durum hiç iyi değildi. Çiftçiler ve köylüler, sorunlarından açgözlü tüccarları ve yozlaşmış yargıçları; tüccarlar ve yargıçlar İngiliz baronlarını; baronlar da kralı sorumlu tutuyorlardı. On beş yıldır kral olan II. Edward ise korkak ve şanssızdı. Karısı ve sevgilisi ile iş birliği yapan Flandre Kontu, baronların yardımı ile İngiltere’yi 1325’te aniden işgal etti.
Orta Çağ boyunca papa ve imparator ile feodal beyler arasında dönemin şartlarına göre bir tür uzlaşı sürüp gitti. Ancak, 16. Yüzyılda Habsburg Prensi Şarlken (1500-1558) ile Orta Çağ’a ait bir dünya düzeni fikri tekrar filizlendi. 1519 yılında Kutsal Roma İmparatoru seçiminde galip geldi ve artık Avrupa’nın batısı ve Amerika kıtasının büyük bölümü artık tek bir dindar hükümdarın yönetimi altında idi. Bu büyük imparatorluğun neredeyse tamamı stratejik evlilikler yolu ile gerçekleşmişti. Ancak, Şarlken de Kilisenin evrenselliğini gerçekleştiremedi, unvanlarından feragat edip, imparatorluğu bölmeye karar verdi. 1555’te Augsburg Barışı ile Protestanlığı da tanıdı. 1618-1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşı sonunda Avrupa nüfusunun dörtte biri savaş, açlık ve hastalık sonucu ölmüş, Protestanlığın ayakta kalması ve yayılması sonucu dini birlik çözülmüştü.
Papa tüm ihtişamına rağmen pek sevilen biri değildi. Gücün ve komploların merkezindeydi. III. Innocentius, 1217 yılında ani bir amboli sonucu öldü. Roma’daki kardinaller hemen yeni papa seçme peşine düştüler. Aceleden III. Innocentius’u gömmeyi unuttular, çürümüş cesedinden altın işlemeli giysileri çalınmıştı. Papa ve onun kurduğu Kilise ağı, Orta çağ boyunca haçlı seferleri, engizisyonlar ve keyfi hukuk ile oldukça yozlaştı ve sonunda birileri “dur” demek zorunda kaldı. Önce Reformasyon sonra Aydınlanma ve Fransız Devrimi ile Kilise yetkilerinin sınırlanması ve devletten ayrılması. Sonunda akıl galip geldi. Vestfalya Barışı ile dini değil, gerçeklerle uyumlu pratik bir düzenleme, güç dengesi ile birbirlerinin hırslarını dizginleyen bağımsız devletler sistemi kuruluyordu.
Kralı Avlamak
Dostlarınızla iş birliği, düşmanlarınızla barış yaparsınız. İşler kötüye gitmeden barış yapmak daha önemliydi. Sonradan dostunuz olan bir kişi sizi, aslında kendi planları için kurban seçmiş olabilirdi. Dostlar bir araya geldiğinde kime nasıl bir kalleşlik yapabileceklerini konuşurlardı. Bunun için düşmanı anlamak, incelemek ve onun zaaflarını bulmak esastı. En çok muhbir ağı ve parası olan şanslı idi. Savaşları altınlar kazanırdı, askerler değil. Dostlar sadece düşmanlara karşı ittifak yapmak, yan yana kılıç sağlamak için değil, zindandan ya da idam sehpasından kurtarılmak için de lazımdı. Bunun için de karşılığında senden birtakım çıkarlarının olması gerekirdi: para, toprak ya da unvan.
Dünyanın bu döneminde dört yerde hükmetme mücadelesi sürüyordu: Mezopotamya, Mısır, Çin ve Hindistan. Bu hükmetme:
- Dış düşmanlar (Barbarlar),
- Kralın doğası,
- Monarşi ve erdemlilik ikilemi,
- Devlet yönetme anlayışı ile şekilleniyordu.
Hitit Kralı, I. Hattuşili (Hattuşa’dan gelen), büyük bir savaşçıydı ama mutsuz öldü. Kendi çocukları ve yeğenleri ona başkaldırmış ve komplo kurmuşlardı. Tahtı 14 yaşındaki yeğeni Murşila’ya bıraktığında, etrafı tahttan uzaklaştırılmış huzursuz kuzenler, amcalar ve teyzelerle doluydu. İmparatorluğun şefkate ihtiyacı vardı ama Murşila, yeni yerler fethetmek istiyordu. Halep Krallığını yıktıktan sonra Babil’in Amori egemenliğine son verdi ama esirler ve hazinelerle Hattuşa’ya merasimle girerken komplo onu bekliyordu. Onun yokluğunda yönetmeye alışmış kayınbiraderi Hantili onu bir saray memuruyla öldürdü. Hantili neredeyse 30 yıl tahtta kaldı. Hantili ölür ölmez bir saray memuru Hantili’nin oğlunu ve tüm torunlarını öldürdü. Tahtı ele geçirince onu da kendi oğlu öldürdü. Onu da başka bir gaspçı öldürüp yerine geçti ve onu da başka biri öldürdü. Hititlerin hanedan ardıllığı, “kralı avla” oyununa dönüşmüştü. Hattuşa’nın krallık sarayının etrafında 8 metre genişliğinde bir duvar örülmüştü. Hitit kralları için sarayda yaşamak, herhangi bir seferden çok daha tehlikeliydi.
Güneydoğudan gelen Mittaniler, Hitit kapılarına dayandığında Hitit sarayında cinayet rüzgarı devam ediyordu. Başta olan Telepinu’nun pek kraliyet kanı taşıdığı söylenemezdi. Kayınbiraderi kraliyet ailesinde yoğun bir temizlik yapmak için kiralık katiller tutmuştu. Önce taht için sıra bekleyen prensleri temizledi. Sonra ailenin tüm varislerini. Sonra yakayı ele verdi, kentten sürüldü.
Bir kralın bekası için yapması gerekenler şunlardı:
- Çocukların dâhil kimseye güvenme, uyanık ol,
- En yakından çevrenden başlayarak sağlam bir muhbir ve kontrol ağı kur,
- Muhaliflerini temizle ya da uzak tut,
- Ordunu büyüt,
- Müttefikler bul (özellikle evlilikler yoluyla),
- Halktan vergi topla,
- Diğer devletleri haraca bağla,
- Surlar inşa et.
29 Ekim 312 sabahı, isyancı Romalı asker Constantinus kendi ordusunun başında Roma’nın kapılarından girdi. Roma tahtında oturan 29 yaşındaki kral Maxentius’un suda yüzen ölüsünü çıkartıp kafasını kestirdi. Ardından eski imparatorun destekçileri hakkında süratle idam kararı verdi. Geniş topraklarını yönetmeyi kimse ile paylaşmak istemiyordu. İki rakibinden Licinus ile ittifak yaparak önce Maximinus’u canlı canlı ateşte yaktı, iki küçük oğlunu ve annelerini boğdurdu. 325 yılında sıra Licinus’a geldi, 10 yaşındaki oğlu da asıldı. Constantinus, Roma’yı Hristiyan imparatorluğuna dönüştürerek asker buldu ama 336 yılında ölene kadar vaftiz olmaya direndi. Böylece Roma Hıristiyanlığın bir vatanı oldu. Constantinus öldüğünde üç oğlu da tahtı ele geçirmek için ölümüne bekliyordu. Constantinus, Batıda İmparatorluğu Hristiyanlık bayrağı altında birleştirirken, Uzak Doğu’da Jin İmparatorluğu dağılıyordu. Esir düşen imparator Jin Huaidi, 313 yılında 26 yaşında iken Türklerin ziyafetlerinde efendilerine içki sunuyordu, yaşamı pamuk ipliğine bağlıydı.
11. Yüzyılın sultanlarından biri “Bir itaatkâr köle, üç yüz oğuldan iyidir.” demişti, “çünkü oğul, babasının ölümünü arzular, köle ise efendisinin onurunu”. Geçen on yıllarda, İslami hükümdarların Türk köle askerlere olan bağlılığı artmıştı. Köle pazarlarından alınan gençler birliklere yerleştiriliyor ve eski yaşamlarından ayrılıyorlardı. Yeni adlar, kimlikler veriliyor, efendisi ile kölesi arasında olan dışında tüm bağları kopartılıyordu. Bu bağımlılık sadakat getiriyordu; efendi, köle askerin işvereni, koruyucusu ve kahramanıydı. Ancak, Türk askerlerine bağımlılık Abbasi Krallığının (750-1258) sonunu getirdi. Benzer şekilde Memlük Devleti (1250-1517) de Türk askerlerin yönetimine geçmişti.
12. Yüzyılda İrlanda adasında bir avuç krallık vardı ve bunlardan birisi İrlanda Yüksek Kralı seçiliyordu. Doğudaki Leinster Krallığına hükmeden İrlandalı kral Diarmait MacMurdaha, komşu Meath kralının karısını, kocasının yokluğunda, ihtiyatsızca ziyaret etmişti. Kadın uzun süredir MacMurdaha’ya aşk besliyordu ve baştan çıkarılmasına izin vermişti. Evine dönen Meath kralı bu durumdan memnun olmadı ve onurunu koruması için İrlanda Yüksek Kralı Rory O’Connor’dan yardım istedi. Yüksek kral, konumunu korumak için Meath kralına yardım etmeye karar verdi ve birlikte MacMurdaha’yı Leinster’den sürdüler. MacMurdaha denizin öbür tarafına geçip, İngiltere kralı II. Henry’den yardım istedi. 1171’de MacMurdaha krallığını geri aldı ama uzayan savaşta önce oğlu öldü, sonra da hastalanıp kendisi öldü. Güçlü-yay artık Leinster kralı olabilirdi ama II. Henry, şövalyelerinden birinin karşı kıyıda monarşi kurmasına izin vermek istemedi.
Orta Çağ boyunca bugünkü İtalyan yarımadasının kuzeyi Kutsal Roma İmparatorluğu, merkezi Batı’daki Hıristiyan Kilisesi’nin başı Papa’nın denetimindeydi. Avrupa’nın her yerinde Haçlı seferleri ya da Hıristiyanlığa hizmet etmek görüntüsü altında Papa ile pazarlık içinde iktidar peşinde olan pek çok fırsatçı kont ve prens vardı. Pek çok kralın da Papa’nın dediğini yapmadığı için birikmiş günahları ya bir hesaplaşma ya da yeni bir pazarlığı bekliyordu. Günahları birikmiş üç kral (İngiltere, Fransa ve Almanya), 1189’da Selahaddin’i Kutsal Topraklar’dan kovmak için Papa’nın Haçlı Seferi isteğine uymaya karar verirler. 12. Yüzyılın son Haçlı Seferi, haçı sallamaya bile değmeyecek bir takım sefil toprak fetihleriydi. III. Haçlı Seferinde ölen Hıristiyanların çoğu kendi dindaşları tarafından öldürülmüştü.
İslam tarihçileri Selahaddin’i ideal Müslüman hükümdar olarak tanıtmaya çalışsa da detaylar farklı bir insan tipi çizer. 1171 yılında efendisi Nureddin, İslam topraklarının birleşmesini kutlarken, Selahaddin kendi toprakları üzerinde pençesini sıkmaktadır. Selahaddin, inançlı bir mümin ama aynı zamanda pragmatik, duygusuz ve hesaplıdır. Onu huzursuz ülkesinden uzaklaştıracak hac yolculuğuna çıkmadı, çadırın gölgesinde bir yaşamı seçti. Ekim 1171’de bugünkü Ürdün’de Hıristiyan Monreal kalesini kuşatmıştı ve tam kaleyi teslim olmaya zorluyordu ki Nureddin’in aksi yönden yaklaşmaya başladı. Kuşatmayı tamamlayıp kaleyi Nureddin’e teslim edeceğine geri çekildi. Mısır’a dönen Selahaddin, bir mektup yazarak ülkesinde bir darbeden çekindiği için geri döndüğünü söylese de Nureddin inanmadı. Nureddin, Selahaddin’i yola getirmeye karar vermişti ama yakalandığı faranjit, ciddi bir enfeksiyona dönüştü. Tedavi edilmeyi reddettiği için 60 yaşında Şam’da öldü. Krallığını 11 yaşındaki oğlu el-Salih İsmail’e bıraktı.
Selahaddin hemen saldırıya geçti, kuzeye doğru ilerledi ve el-Salih’in muhafızı olarak Şam’a girdi. Suriye, geniş imparatorluğun köşe taşıydı. Bir yıl kadar el-Salih’in muhafızı ve naibi gibi davrandı. El-Salih, gaspçıyı kovalamak için halkını isyana çağırdı. İsyanları bir bir bastıran Selahaddin, Nisan 1775’te Halep ve Musul’un birleşik ordularına karşı bir zafer kazanmasının ardından, Cuma hutbesinde el-Salih’in yerine kendi adına hutbe okunmasını duyurdu. Artık el-Salih’in adına sikke basılmayacaktı. Artık Selahaddin’in denetiminde bulunan Abbasi halifesi, tedbirli davranıp, Selahaddin’i Mısır ve Suriye’nin sultanı ilan etti. Halifeye bir mektup göndererek, amacının İslam davasını birleşik ve güçlü tutmak olduğunu söyleyen Selahaddin, Nureddin’in kendinden on yaş kadar büyük olan dul eşiyle evlendi ve topraklarına el koydu. 1181’de el-Salih kolikten (mide rahatsızlığı) ölünce artık meşruiyet sorunu kalmamıştı.
4 Temmuz 1187’deki Hattin Muharebesi, Haçlılar için bir bozgun oldu; altı saat içinde kılıçtan geçirildiler. Kral Guy ve Renaud de Chatillon esir alınıp, Selahaddin’in çadırına getirildi. Selahaddin, susuzluktan ölmek üzere olduklarından önce soğuk bir şey ikram etti. Ancak, geleneklere göre ev sahibinin suyunu içen ve yiyeceğini yiyen birinin öldürülmemesi gerekiyordu. Selahaddin, “Bu lanetli adam benim iznimle su içip hayatını kurtaramaz.” dedi. Ayağa kalktı ve kılıcı ile daha önce kervanını soyup herkesi esir alan, çok kızdığı Renaud’un başını kesti. Kral Guy ve teslim olan subaylarına ise yemek verildi.
Kral ve Ölüm
Roma hükümdarı Caligula, sapkınlık, seks partileri ve işkence konusunda önceki imparator amcası Tiberius’dan çok şey öğrenmişti. Gladyatörlerin savaştığı halka açık gösterileri saplantı haline getirdi. Mahkûmlar bağıramasınlar diye dilleri koparıldıktan sonra vahşi hayvanlara yem olarak atılıyordu. Hayvan yemi pahalı geldiğinde mahkûmlar, vahşi hayvanları beslemek için kullanılıyordu. İmparatorun ruh sağlığı gittikçe daha da kötüleşti. Yanındaki asilleri kızgın demirle damgalayıp çalışmak için madenlere gönderdi. Bazılarını hayvan gibi dört ayak üzerinde kafese kapatıp, parçalara ayırdı. Aileler kendi çocuklarının idamlarını izlemeye zorlandı. Yönetici sınıfı kendinden tamamen soğutan Caligula, M.Ö.41’de bir şölen esnasında bıçaklanarak öldürüldü.
Kralların ölümü savaş ve suikast dışında genellikle hastalık, pisboğazlık ve içkiden olurdu. Hastalıkların temel nedeni seferler esnasında yolda rastlanan suların içilmesiydi. Pisboğazlıklarına bir örnek hem krallar hem de papalar arasında yaygın olan yılan balığı yeme alışkanlığıydı.
Almanya ve İtalya kralı ve Kutsal Roma İmparatoru olan V. Heinrich, 1125’te kırkıncı yaş gününden hemen önce ani ve şiddetli bir hastalık nedeniyle öldü. Muhtemelen kanserdi.
Kral Henry, 1135’te bir av dönüşü akşam yemeğinde sevdiği taşemen yılan balığını yedikten hemen sonra aşırı fenalaştı ve aniden 68 yaşında öldü.
1162’de Kudüs Kralı III. Baudoin aniden bir hastalığa yakalandı; ateş ve dizanterinin pençesine düştü. Kimilerine göre ise zehirlenmişti.
1167’de Alman kralı Friedrich’in kuzey İtalya’ya saldırısı, ordusundaki ani ve yakıcı bir malarya salgını nedeni ile başarısız oldu. Askerler baş ağrısı, iç organları ve bacaklarındaki ağrılarla kıvrandılar.
Bizans kralı Manuel, 37 yıl tahtta kaldıktan sonra 1180’de öldü. Genç karısı Marie ona bir veliaht vermişti; II. Aleksios. Aleksios, günün büyük bölümünü yatakta geçiren, güneş ışığı görmemek için perdeleri kapalı tutan, çürüyen dişlerini ovuşturmaktan hoşlanan kana susamış birisiydi. Tahtta karışıklık çıkardığı gerekçesi ile sürgüne gönderilen Manuel’in kuzeni Andronikos Komnenos, halkın memnuniyetsizliğini duyunca geri döndü. O gelince halk ayaklandı; Pizalılar, Cenevizliler ve kentte kalmış olan Venedikliler linç edildi. Kalan İtalyanlar toplanıp, köle olarak Türklere satıldı. Andronikos tacı giyerken; Marie boğuldu, Aleksios kör edildi. Bir vakanüvis durumu şöyle anlatmıştı: “Bursa’nın bağlarını üzümle değil, astırdıklarının cesetleriyle yüklemişti. Kimsenin onları indirmesine izin vermedi; onların güneşte kuruyup, sallanıp titremesini arzuluyordu.”
1188’de Aleksios Komnenos, ciğerleri ve gırtlağında büyüyen kütleler yüzünden yavaşça boğularak ölmüştü.
1189’da İngiliz kralı II. Henry’nin oğlu Richard, düşmanla dostluk kurmuştu. Richard, babasının çok karşı çıkmasına rağmen, Fransa kralının yanında kaldı. Her gün aynı masada aynı tabaktan yemek yiyorlardı, geceleri de yatakları ayrı değildi. Richard, İngiltere kralı olmak istiyordu. Destekçilerini savaşa hazırlamaya başlamıştı bile. Henry, Haçlı Seferi planlarını bir kenara bırakarak, topyekûn bir savaşa hazırlanmaya başladı. Ancak, hastalandı; makatta apse yapmış bir beze enfeksiyona yol açtı ve eklemlerine ulaştı. Philippe ve Richard ile savaşı yedinci ayına gelmişti; ata zar zor biniyordu. Şövalyeleri de taraf değiştirmeye başlamıştı. Oğlu ile barışmayı kabul etti. Barış öpücüğü verilirken oğlunun kulağına; “Senden intikamımı alana kadar Tanrı beni öldürmesin” dedi.
Henry, Şatosuna döndüğünde kendisine karşı gelen şövalyelerin listesini aldı. Listenin başında oğlu John vardı. Buna çok şaşırdı ve o ana kadar oğlunun düşman tarafında geçtiğinden haberi yoktu. Artık ayakta duracak hali kalmamıştı. Hükümdarlığının 35. Yılında 6 Temmuz 1189’da öldü. Richard tahta geçti. Askerleri ona “aslan yürekli” lakabı takmıştı.
1387-1449 arasında Danimarkalı Margarethe (Kıçsız Kraliçe), üç krallığı birleştirdi ama konfederasyon ancak onun ölümüne kadar sürdü. Kraliçenin oğlu Olav’ın ölümünden 15 yıl sonra ortaya bir yabancı çıkar ve kendisinin Olav olduğunu iddia eder. Olav’a çok benzeyen ve muhtemelen geri zekâlı olan bu yabancı, komplocuların yeni marifetidir. Kraliçe, adamı yakalatıp pazar yerinde kazığa bağlatır. Yakılırken kraliçeye gönderdiği mektuplar eline tutuşturulur.
İstanbul’u fethetmeden önce Fatih Sultan Mehmet “Ya ben bu kenti alırım, ya da bu kent beni, ölü ya da diri. Tek isteğim bu kent, boş da olsa…” demişti. 28 Mayıs 1453 günü bombardıman aniden durdu ve Mehmet’in sahip olduğu her adam, her top, her at, her okçu kent duvarlarına yığıldı. Hıristiyan kaynaklarına göre, Marmara Denizi’nde o kadar çok ceset vardı ki, Venedik kanalındaki kavunlar gibi yüzüyorlardı. Artık güçlüydü ve yaşlı adama ihtiyacı yoktu. Hıristiyanlar için Doğu’daki zincir kopmuştu. Onlar için pek şeyin başlangıcı oldu; şehirden kaçan bilginler Avrupa saraylarına yeni bir Yunan düşüncesi dalgası yarattılar, yeni ulusların ve savaşların tohumları atıldı. Kuşatmayı ayrıntılı anlatan Osmanlı kaynakları ise zaferden çok kopan kolları ve kafaları, ateşi ve yıkılmış kalıntıları, toz, ölüm ve yıkımı anlatır: “… göklerden Allah’ın buyurduğu felaketlerin yağması...”
Sultan Mehmet fethin ertesi günü Mehmet veziri Halil Paşa’yı tutuklattı ve idam ettirdi. Fatih, Osmanlının kurucularından Çandarlı ailesini yok ettiğinde yönetimde de Türk aile kalmamış oldu. Mehmet Çelebi’nin iktidarı Türkmen beyliklerinin ezilmesi yanında, kuruluştan gelen savaş beyliklerine karşı kapıkulunun güçlendirilmesini getirdi. Bu iki eğilim, II. Mehmet’in İstanbul’u ele geçirmesi sonrası hem son kalan beylikleri hem de güçlü Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa’nın şahsında feodal güçlerin tasfiyesi hedefine ulaşacaktı.
Osmanlı’da bir padişah öldüğünde şehzadelerden her birinin taht üzerinde hakkı vardı. Bu nedenle, tahtı ve devlet merkezini kim ele geçirebilirse herkese o meşru sultan sayılırdı. 1300-1603 arası dönemde şehzadeler arasında rekabet ve savaş eksik olmamıştı. Fatih, iki kanunname çıkarmıştır. Birincisi devlet örgütleri ve hiyerarşisi; ikincisi cezalar ve tebaanın statüsünü düzenleyen reaya kanunnamesidir. İç kargaşayı önlemek için Fatih kanunnamesi ile kardeş katli bazı durumlarda caiz görülmüştür. III. Mehmet’ten (1574-1593) sonra padişah oğullarının sancağa vali gönderilmesi âdeti ortadan kaldırılmış, şehzadeler sarayda mahpus tutulmuştur. Böylece babaları öldüğünde taht için savaş imkânı ortadan kalkmıştır.
Moğol baskısı yüzünden 13. Yüzyılın ikinci yarısında Güney Anadolu ve Suriye bölgesine göçüp yerleşen Oğuzlardan Bozoklar, Kuzey Suriye, Maraş ve Sivas’a kadar uzanan bölgeleri, Üçoklar ise Çukurova bölgesini yurt tutmuşlardır. Her biri gücü nispetinde bağımsızlığını devam ettirdi ama ortak bir liderleri yoktu. Fatih Kararnamesi ile sadece beylikler dağıtılmadı, 24 Oğuz boyu lideri de katledildi. Fatih Kararnamesi “her kim ki taht ona müesser ola nizam-ı alem için” sözü ile karındaş katlini vacip görüyordu. Sözde böylece milletleşmenin önü açılıyordu. Akkoyunlu dönemine kadar 24 Oğuz Boyu devam etmişti. Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletini ortadan kaldırır, onu da Fatih yok eder. Akkoyunlu yıkılınca kalanların büyük bölümü Azerbaycan’a göç eder ve burada biriken Türk boylarından Şah İsmail ve Safevi Devleti doğar.
XIV. Lui zamanında Fransa bir refah ülkesi oldu ve Avrupa ülkelerini solladı. Edebiyat ve sanatta önemli eserler bıraktı. Bunlar arasında Versay da var. Ama kral gücünün ötesine geçmişti ve savaşlar sonunda onu yenilgilere, borç ve kıtlığa götürdü, halkı isyan etti. Kral’ın aşırı Katolik monarşisi, Protestanlara yaşam hakkı tanımayınca 200 bin kişi ülkeden kaçtı. Kral, 1715 yılında kangrenden öldü. XIV. Lui’den sonra gelenler onun ağır seremoni sistemini gevşettiler. Kalabalık içinde uyuma ve yatma gittikçe seyrekleşti.
1749’da Kore krallığının başına geçen veliaht prens Sado, 1757’de bir hadımın kafasını kesip saray kalabalığının üzerine attı. Giysilere karşı bir fobi geliştirmişti. Her sabah kendisi için 20-30 kıyafet hazırlanıyordu. Bunlardan birkaçını ruhlara adak olarak yakıyor, kıyafetlerin sunumunu beğenmezse hizmetçiyi yaralıyor ya da öldürüyordu. Seyahat ettiğinde yolların tamamen boşaltılmasını istiyor, yolda birini görürse kıyafetlerini çıkarıp yakıyordu. 1762’de ikinci karısını öldüresiye dövdükten sonra kırsal bölgelerde tebdili kıyafet gezinmeye ve gezginlerle çılgın partiler vermeye başladı. Kehanetlerini beğenmediği falcıları öldürüyordu. Konutunun altına yaptırdığı mezar büyüklüğünde odada saatlerce yatıyordu. Sonunda asıl kral kraliyet ailesinin tehlikede olduğunu görüp, 1762’de oğlunun ölüm emrini verdi.
19. Yüzyılın en cani hükümdarı olan Belçika Kralı II. Leopold, Orta Afrika’da Kongo üzerinden gaddar bir yönetim kurmuştu. Bölge değerli fildişi, mineraller ve kauçuk bakımından zengindi. Leopold’un ordusu halkı köle gibi görüyor, bölgeyi sert bir şekilde denetliyor, su aygırı derisinden kauçuk kordon şeklinde kırbaçlar kullanıyorlardı. Köylerde kadınlar rehin tutulurken, erkekler kauçuk toplamaya zorlanıyordu. Köylerin erkek başına iki haftada bir 4-5 kilo kauçuk toplaması zorunluydu. Buna boyun eğmezlerse halk katlediliyordu. Leopold, Kongo’nun nüfusunun yar yarıya düşmesi pahasına kendisine büyük bir servet yapmıştı. Atılan her merminin geçerli bir nedeni olmalıydı. Vurulan her kişinin eli kesilerek, tütsülenip Leopold’un vekillerine gönderiliyordu.
Kral ve Savaş
Açgözlü ve kavgacı krallar ile birlikte M.Ö. 4000’lerde savaşlar da başladı. Kiş kralı Gılgamış’ın kılıç fabrikası vardı. Güney’de Uruk silahlıydı. Sümer kent yönetiminde biri ihtiyarlar diğeri gençlerden kurulu iki parlamento vardı. Ama ulusal kimlik yoktu, her bir kent (Kiş, Ur, Uruk ve kutsal Nippur) kendi küçük krallığı idi. Bütün krallar gibi kendilerine bir düşman, kolay bir hedef aradılar, kazanmayacakları savaşlara girmek akıllıca değildi. Barış, korkuya dayalıydı.
Türkler ve Moğollar, iyi savaşıyor ve adeta at üzerinde yaşıyorlardı. Kağan, en güvendiği adamlarından etrafında bir ilk halka oluşturuyordu ve bu halka 10 kişilikti. Böyle böyle on kişilik halkalardan bölükler ve tümenler meydana geliyordu. Göçebe yönetim merkezi ile at sırtında bir devletti bu. Yerleşik düzeni sevmiyorlardı. Hunlar, bütün Avrupa’yı darmadağın ederken, yerleşik olanlara düşman oldular ve onları öldürdüler. Rakip ya da düşman gördüklerine önce kayıtsız şartsız teslim olmalarını söylüyorlardı. Cengiz Han (Timuçin), 10 bin kişilik Merkit halkını yok ettiğinde zaferini şu sözlerle kutlar:
“.. Ciğerlerini parçaladık.
Yataklarını boşalttık.
Ve akrabalarını yok ettik;
Arta kalan kadınlarını,
Tabii ki esir aldık!
Böylece Merkit halkını yok etti.”
Fethediyorlar ama işgal edilen yeri yönetmeyi bilmiyorlardı. Moğolların Anadolu ve diğer coğrafyalarda yaptığı katliamların arkasındaki neden de buydu. Diğer yandan, kentlerde nasıl savaşacaklarını, nasıl ele geçirecekleri konusunda tecrübeleri yoktu. Bunu öğrenmeleri ancak 1300’lerde Cengiz Han’ın kurduğu savaş okulu ile mümkün oldu.
Çinlilere karşı da başarısızdılar çünkü suyu sevmedikleri gibi su engelini geçmeyi de bilmiyorlardı. Çinliler ancak arkalarını büyük bir nehre verdiklerin de yok olmaktan kurtuldular. Türkler, Anadolu dahil nerede deniz görseler arkalarını döndüler. Strateji geliştirme konusunda, denizlere ve okyanuslara uzak durdular.
Bir şehir ele geçirildiğinde her Moğol savaşçısının öldürmek zorunda olduğu belirli bir insan sayısı vardı. Emrin yerine getirildiğini kanıtlamak için katledilenlerin kulaklarını topluyorlardı. 1221’de Merv şehri düştüğünde 700 bin kişi katledildi yalnızca 80 zanaatkâr sağ bırakıldı. Şehirde kim varsa başı kesildi; adamların, kadınların, çocukların kafalarından ayrı ayrı piramitler yapıldı. Şehrin kedi ve köpekleri bile öldürüldü. 1258’de Bağdat’ta 100 bin kişi öldürüldü ve medeniyet namına ne varsa hepsi yok edildi.
1397’de Belh’teki Emir Hüseyin, pratikte Moğol İmparatorluğu’nun parçası olan Çağatay Hanlığına bağlıydı. Ama Emir Hüseyin’in yıldızı parlıyordu; ganimetlerinin çoğunu askerlerine dağıtıyor, onlara giysi, silah, kemer veriyor ve dünyanın en güzel kadınlarının elinden şarap ikram ediyordu. Durumdan hoşnut olmayan Timur, 10 Nisan’da onu başkenti Belh’de tuzağa düşürdü. Isfahan düştüğünde 70 bin kişinin öldürülmesini emretti. Timur, filozof değildi, bildiği tek etik vardı; zafer. Kuzeyde ise Toktamış, tüm vahşetiyle Rus prenslerinin üzerlerine indi; hazinelerini yağmaladı, evlerini yıktı, kadınları ve çocukları boğazladı. Timur sınırlarına ulaştığında, Toktamış Rusları ezip boyun eğdirmişti. Toktamış, Timur’a itaat etmeyi reddetti.
Timur, filozof değildi, bildiği tek etik vardı: Zafer. Kuzeyde ise Toktamış, tüm vahşetiyle Rus prenslerinin üzerlerine indi; hazinelerini yağmaladı, evlerini yıktı, kadınları ve çocukları boğazladı. Timur sınırlarına ulaştığında, Toktamış Rusları ezip boyun eğdirmişti. Toktamış, Timur’a itaat etmeyi reddetti. Rus vakanüvislere göre, Timur çok daha insafsız, azgın ve korkunç bir işkenceci idi. Rus prensler, Toktamış’a katıldılar ve 1395’te bir kez daha yenildiler. Toktamış, kaçtı ve hayatının geri kalanını saklanarak geçirdi. Timur’un yeni hedefi Delhi Sultanlığı idi. Hinduların kellelerinden kule yapıldı. Tek bir günde on bin kişinin kellesi kesildi. Kadın ve çocuklar köle edildi, tahıl ambarları yakıldı.
Sırada Mısır Memlukleri ve Yıldırım Beyazıt’ın Osmanlı İmparatorluğu vardı. Ama önce Bağdat’ı yaktı sonra kuzeye Osmanlı cephesine yöneldi. 28 Temmuz 1402’de Osmanlı ordusunu püskürten sonra Bizans İmparatoru’na haber gönderdi; “Boğazı kadırgalar ile sıkı tut ki, Osmanlı askeri kaçamasın”.
Ardından Gürcistan krallığı harabeye çevrildi. Bütün Avrupa korkudan nefesini tutmuş, Timur’u bekliyordu. Ama o Doğu’ya yöneldi, Çin’de ele geçirmediği Yuan topraklarına döndü. 18 Şubat 1405’te üç gün süren bir ziyafette çok içmişti, komaya girdi ve öldü. Fethettiği hiçbir yerde ne bir alt yapı ne de yönetim şebekesi kurdu. Bu yüzden işgal edilen yerlerde istikrarsızlıklar çabuk başladı.
Fatih William (1066-1087), cahil biriydi ama çok zeki bir savaş ustasıydı. Hasting muharebesinde 5 bin kişilik ordusu ile 1.5 milyonluk bir ülkeyi fethetti ve İngiltere tahtına çıktı. William I, bütün yönetici sınıfı yok etti ve tüm topraklara sahip oldu. Yönetimin dilini Fransızcadan İngilizceye çevirdi.
19. Yüzyılda Birinci Schleswig Savaşı’nda mağlup edilen Danimarka, 1864’teki İkinci Schleswig Savaşı’ndan sonra Danimarka, Schleswig Dükalığı’nı Prusya’ya kaybetti. 1864’de erkek ve özellikle genç nüfusun büyük bölümünü Almanya ile savaşta kaybeden Danimarka, yayılmacı bir büyük devlet olmaktan sıradan bir devlete dönüştü. Bu öyle bir büyük travma yarattı ki 20. Yüzyıl boyunca bütün savaşlardan uzak durmaya çalıştılar. Danimarka halkının psikolojisi de değişti; savaşçı kahraman kültüründen bulunduğu coğrafyada hayatın tadını çıkarmaya çalışan ve doğayı seven bir ülke oldular. Küçük, güvenli ve güzeli sevdiler. Bu, şehir hayatından köylere kadar her türlü tasarım ve mimariye etki etti. Dış politikada pasif ve barışçı bir çizgiyi bozmadılar; komşuları için güvenli ülke oldular. İnsanlar bisikletle yaşamaya, kır yaşamına alıştı ve basit şeyler ile mutlu olup günü yaşamaya alıştılar.
Boş Bir Kral Ne Yapardı?
Makalenin devamı ve tam metni için; https://www.academia.edu/127646539/Kralların_Ölümü_Bir_Başka_Tarih_
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.